Pages

7 Ekim 2009 Çarşamba

Otizmin Tarihçesi

Otizm teriminin, ne zaman ortaya çıktığı, ne zaman araştırılmaya başlandığı, tam olarak belli değildir. Tarih boyunca otizmin varlığını düşündüren birtakım bulgular ve belgelere rastlanmaktadır. Özellikle çıkış kaynakları yüzyıllar öncesine dayanan bazı belge, efsane, masal ve hikâyede söz edilen bazı kişilerin davranış şekilleri otizmle çok benzeşmektedir.

Aslında otizm şizofrenik hastaların dış dünyayla olan ilişkilerini zamanla kaybetmelerini (içine kapanma) anlatmak için kullanılan ve yetişkin psikiyatrisi jargonundan alınma bir terimdir. Bu günkü anlamı ile algılanan otizm terimi ilk kez Amerika’lı psikiyatrist Leo Kanner tarafından 1943 yılında tanımlandı ve Kanner 11 çocukta gördüğü yaygın davranış bozukluklarını tanımlayarak bu tabloya “erken çocukluk otizmi” adını verdi.

1944 yılında Avusturya’lı psikiyatrist Hans Asperger de daha büyük yaştaki çocuk ve ergen bir grup çocukta gördüğü bazı davranış bozukluklarını “Otistik Psikopati” olarak adlandırdı. Kanner ve Asperger her ikisi de kendi sendromlarının birbirinde farklı olduğunu ileri sürmüşlerse de günümüzde bu tanımladıkları hastalık tablolarının büyük ölçüde birbirleriyle örtüşmekte olduğu kabul edilmektedir. Gerçekten de otistik birçok çocuk her iki klinik tabloya ait özelliklerin bir karışımına sahiptir.

Kanner genetik faktörlerin otizmde rol oynadığını düşünse de otizm tablosunu daha çok psikoanalitik teorilerle açıklamaya çalışmıştır. Kanner’e göre bu çocuklarda gözlenen hastalık tablosu soğuk, ilgisiz, kayıtsız ve katı, çocuklarına bir makineyle ilgilenen görevliler gibi davranan mükemmelliyetçi ve disiplin düşkünü (buzdolabı) anne-babalardan kaynaklanmaktadır. Kanner gördüğü çocukların anne-babalarının hemen hemen hepsinin meslek sahibi üniversite mezunlarından oluştuğunu ifade ediyordu. Bu çocukların potansiyel olarak normal ve iyi bir zekaya sahip olduklarını ama sevgi göstermeyen ebeveynleri yüzünden duygusal bakımdan hasarlı olduklarını düşünüyor ve beyinde fiziksel bir patoloji olmadığına kuvvetli bir biçimde inanıyordu.

Kanner’in fikirleri maalesef hekimleri çok etkilemiştir. Bunun doğal uzantısı olarak çocuklarını kurtarma çabasında ebeveynler de mevcut fikirlerden fazlasıyla etkilemiştir. Bu yüzden birçok ebeveyn psikoanaliz seanslarına girmiş, ama sonuç elde edememişlerdir. Buna rağmen ana akım tıbbi kanaat önderleri, başarısızlıklarını kabul etmekte çok gecikmişlerdir. Bu yüzden birçok ebeveyn suçluluk duygusundan bunalmış, Dünyaları zindan olmuş ya da birbirlerini suçlayıp ve boşanmışlardır.

Günümüzde ise otistik çocukların ebeveynlerinin çoğunun Kanner’in dediği gibi üniversite mezunu olmadığını biliyoruz. Bu yanıltıcı durumun ekonomik düzeyi düşük ailelerin çocuklarını daha az hekime götürmelerine bağlı olduğunu düşünmekteyiz. Ayrıca nerdeyse otistik çocuk sahibi olan ebeveynlerin hiç birinin çocuklarına buzdolabı gibi davranmadıklarını, hatta sağlam çocuklarından daha fazla ilgi ve şefkat gösterdiğini de biliyoruz.

Kanner’in bu yanıltıcı ve insafsız yargılara nasıl vardığını anlamak çok güçtür. Belki de Kanner’e gelen hasta grubu daha çok eğitimli ve sosyoekonomik durumu iyi olan kesimden geliyordu. Ayrıca eğitimli kesimin çocuklarının kırklı yıllarda, eğitimsiz kesimlere çok daha fazla rafine gıda tüketmeleri ve modernite nedeni ile kentsel yöre çocuklarının daha fazla toksik maddeye maruz kalması Kanner’in sorunu yanlış algılamasına neden olmuştu.

60’lı yıllara gelince psikoanalitik yaklaşıma karşı çıkan aileler bir araya gelerek aile dernekleri kurmaya başladılar. Bu kurumlar yaygınlaştı ve otizm hakkındaki düşüncelerin değişmesinde, ailelerin ve çocukların ihtiyaçlarının belirlenmesinde önemli bir rol oynadı.

Bilim adamları da artık uzun süre geçerliliğini koruyan otizme "buzdolabı anneler"in yol açtığı şeklindeki psikoanalitik bilimsel(!) inançtan büyük ölçüde vazgeçmeye ve genetik teoriyi ileri sürmeye başladılar.

Gerçekten de otizmim tek yumurta ikizlerinden birinde varken diğer eşinde olma olasılığı %60-80 gibi yüksek bir oranda olması, ayrı yumurta ikizlerinde ve ikiz olmayan kardeşlerde de oranın %2-6 gibi normal popülasyondan (%0.6) daha sık görülmesi genetik etyolojiyi destekleyen bulgular gibi görünmektedir.Fakat otizmim tek yumurta ikizlerinin her ikisinde görülme oranının niye %100 değildi, ya da görülse bile eşlerden birinde daha ağır diğerinde hafif şiddette ortaya çıkıyordu? Sonra akraba evliliklerinde bir artış olmadıkça genetik hastalıkların (örneğin hemofili, talasemi) sıklığında da bir artış olmazdı. Bu nasıl bir genetik hastalıktı ki son yıllarda katlanarak artıyordu? Klasik nöropsikiatrlar da 50-60 yıl gibi oldukça kısa zaman dilim aralığında genetik bir hastalığın sıklığının bu kadar artmaması gerektiğini tabii ki bilmektedirler. Ama onların birçoğu otizm sıklığının yıllar içinde artmadığını sadece tanı kriterlerinin değiştiği ya da hekimler ve aileler bu konunun üzerine çok düştüğü için otistik çocuk sayısının artmış gibi göründüğünü iddia etmektedirler. Acaba bu ne kadar doğrudur? 1950 yılında hekimliğe başlayan William Crook isimli bir doktor hastalık tablosunu hakkında yeterli bilgisi olmasına rağmen ilk otizm tanısını 24 yıl sonra 1973’te koymuştur. Daha sonra da tanı koyduğu hastaların sayısı hızla artmıştır. Bu durumu daha iyi aydınlatmak için Mark R Blaxill isimli bir bilim adamı 1960-2004 yılları arasında yapılan elliden fazla otizm sıklık çalışmasının meta analizini yapmıştır. Bu analize göre otizmdeki artışta tanı kriterlerinin değişmesinin fazla bir payının olmadığını kanıtlamıştır. Blaxill’in yaptığı çok ayrıntılı incelemeye göre yetmişli yıllarda ABD’de 3/10,000’in altında olan otizm sıklığı, doksanlı yıllarda 30/100,000’in üzerine çıkmıştır; yani 20 yıllık zaman diliminde en az on kat artmıştır. Otizm spektrumu tümü ile dikkate alındığında aynı zaman diliminde 5-10/10,000 olan sıklık 50-80/10,000’e yükselmiştir. Britanya’da ise seksenli yıllarda 10/10,000’in altında olan otizm sıklığı, doksanlı yıllarda 30/100,000’in üzerine çıkmıştır. 2002 yılında California’da yapılan bir çalışmada ise otizm sıklığı 1/166 (60/10,000) olarak bulunmuştur. Biard ve arkadaşların Britanya’nın bazı bölgelerinde yapılan ve ünlü Lancet dergisinde 2006 yılında yayınlanan bir çalışmasında ise 1/86 (60/10,000) gibi çok daha yüksek bir oran saptanmıştır.

Ülkemizde detaylı bir toplum araştırması yoktur, fakat bizdeki sıklığın da 40-60/10,000 dolaylarında olduğu sanılmaktadır.

1987’den 1998’e kadar olan 10 yıllık zaman diliminde California’da otizm nedeni ile tedavi gören çocuk sayısı 2.7 kez artmıştır. 1991’den 1997 yılları arasındaki artış ise 5.6 kattır.

Bütün bu araştırmalar otizmin muazzam bir şekilde arttığını ve bu durumun temel olarak sadece genetik nedenli olmayacağını, çevresel faktörlerin otizm tablosunun oluşumunda çok daha önemli rollerinin olduğunu kuvvetle düşündürmektedir.

Nitekim 80 yıllardan itibaren çevresel zararlı maddelerin otizm üzerine olan etkileri daha iyi anlaşılmaya başlandı. Bu bağlamda biyomedikal tedavileri hakkında yüzlerce araştırma yayınlandı. Bu araştırmalara göre otizmin genetik alt yapısı olan, enfeksiyonlar, toksik kimyasallar, hipoksemi ve gıdalardaki protein ve peptitlerle tetiklenen ve yaygın gelişimsel bozukluğa yol açan nöroimmün bir klinik tablo olduğu anlaşılmaya başlandı.

Sidney M. Baker adlı araştırıcı 1950’lerden günümüze otizmdeki patlamadan aşağıdaki faktörleri sorumlu tutmuştur.

1. Antibiyotik kullanılmasının artması

2. Ağır metal içeren aşıların ve çoklu virus aşılarının (Kızamık-Kızamıkçık-Kabakulak-MMR gibi) kullanılmasındaki artış.

3. Ekilebilir toprakların fakirleşerek sebze ve meyvelerdeki vitamin ve mineral içeriğinin düşmesi.

4. Omega-3 tüketiminin azalması

5. Ağır metal, ilaç ve toksinlere fazla maruz kalınılması.

Otizmin artması antibiyotik kullanılmaya başladıktan sonraki zamanla çakışmaktadır. 1950 yılında ABD’de 200 ton olan antibiyotik tüketimi 1990’da 20000 tona çıkmış, yani yaklaşık 100 kat artmıştır.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...

Sayfamızı Beğenmenizle
Mutluluk Duyarız